Lautreamont Bozcaada Kahvaltısına nasıl geldi?

Bir tuhaf yazı oldu bu. Önce yazdım. Sonra bloguma aktarırken kaybettim. Şimdi tekrar yazıyorum. Olsun vardır bir sebebi.

Kütüphane karıştırmayı sever misiniz? Ben çok severim. Ne zaman sıkılsam ya da tek başıma kalmak istesem kütüphane karıştırır eski kitaplarımı,notlarımı, altı
çizili sayfaları okur anıların tozunu koklarım. Dimağımda gezinen toz beni alır yılların ve mekanların içinde gezdirir bazen mutluluk sarhoşu bazen ağlamaklı geri dönerim bu dünyaya.
Öyle güzel bir terapidir ki benim için meditasyon kadar rahatlatır,mutluluk verir geçirdiğim saatler.
Bozcaada Kahvaltısına Lautreamont ile oturduğumuzu böyle keşfettim.
Her şey Sakin’de sabah kahvaltısını çok beğenen misafirlerin sözleriyle başladı aslında.Sakin’in bu haftasonu misafirleri yeni dostlar Mehmet,Leyla ve Esra için olsun bu yazı.
Onların varlığı ile haftasonumuz daha güzeldi. Yolcu ettikten sonra,rutin işler ardından anneler günü…
Sahi anneler günü kutlu olsun tüm annelerin. Özellikle evlatlarının yanında olamayan,onlar için canını dişine takıp güzel bir gelecek hayaliyle çalışan,yorulan hatta kendini yok sayan annelerin.
Zor iş annelik. Doğurmak ya da sahiplenmekle bitmeyen tam tersi başlayan ve ömür boyu süren bir ilişki çünkü. Fakat bir kadın anneliği,mutluluk ya da esaret içinde yaşayabilir.
İkisi de içinde gizli insanın. Gerisi laf. Fakat anladığım ne olursa olsun duygusu yüksek ve asla vazgeçilemeyen bir sahiplenme evlat sevgisi.Hiç istemem diyerek sonra çocuklarının müptelası olan arkadaşlarımın sayısı hiç de az değil.
Kutlu olsun.
Kahvaltıya geri dönelim.
Eskiden beri hep güzel miydi Bozcaada Kahvaltısı? Evet öyleydi.
1998-1999 ilk bozcaada gezilerinde Aksoy Pansiyon.
Nazire Teyze ile o ilk pansiyonculuk yıllarında, iptidai terasında yaptığımız olağanüstü el emeği kahvaltısı.
Sabahın bi vakitleri kalkar. Akşamdan yoğurduğu ekmeği fırınlar. Ev yapımı keçi peyniri, harika yumurtalar, küçükkuyu tarafında kendi köyünden gelme yeşil zeytin ve zeytinyağı,kendi salçası filan derken muhteşem bir lezzet şölenini,sarı yeşil sponsor reklamlı şemsiyelerin altında yaşar, çok mutlu olurduk. Onun o dolu dolu kahkahası ve bitmeyen enerjisi ike dolaşıp sürekli bir şeyler yedirme çabası bizi mutlu ederdi.
Aralarda molalar. Polente kahvaltısı, Cafe at Lisa’s kekleri ile kaçamaklar.
Sonra Rengigül Konukevi ile tanışma.
Üzerindeki üç beş çatlamış narın,kenarında insan gülümsemesi ile sana baktığı muhteşem avlu. Kimbilir kaç yaşında, elle oyulmuş eski ahşap çanakların içinde limonlar,narlar, dalından düşmüş bademler…
Ve herşeyden önemlisi,enerjisi ile tüm evi doldurmuş o zarif kadın.
Özcan Germiyanoğlu.
Uzun uzun oturduğumuz o narlı avluda, kah insan neşesi,kah ıssız bir bahçenin içinde renklerle,dokularla oluşturulmuş dünyanın yaşattığı unutulmaz saatler.
Bugünkü boyutundan daha küçük olan ahşap masanın kenarında ben ve Lautreamont. Kahvaltı bekliyoruz. Güzelim porselenlerde domatesler,harika börek ve zeytinler. Romantik dönem bir resmin içinde ya da hayatta ise bir insanın ancak mutluluk anında hissedeceği bir tebessümle orada olmak duygusuyla.
Sohbet ederken bir yandan şevkatle,heyecanlı düşüncelerimizi sarma hali.

Sonra bizim Lodos’ u açmamız. Henüz otel kahvaltıları yaygın olmadığı için kafe kahvaltılarının popüler zamanları. 5 peynirli,ev yapımı reçeller,marmelatlardan tatlıya,meyveye ve öğlen şarabına bağlanan yıllar.
Yorgunluk ve kahvaltı servisinden vazgeçiş.
Sonra güzel kafeler,harika bağevleri,çiftlikler,şehir merkezinde küçük bahçeler ve sokaklarda devam eden kahvaltılar.
Şimdi bir fenomen haline gelen Bozcaada Kahvaltı geleneği aslında insandan insana aktarılan bir misafirperverlik hikayesi.
Güzel bir domates ya da harika bir omlet pek çok yerde olabilir. Ancak burada o mis gibi rüzgarla size dokunan aslında insan sıcaklığı.
Yakınlık.
Dönelim kütüphaneye.
Bugün 8/11/99 tarihinde çiziktirdiğim o güzel Rengigül bahçesinin masalı köşesini buldum, uzun zamandır hiç göz atmadığım Maldoror’un Şarkıları kitabı geçince elime. Küçük evimizin önemli bir kısmını kaplayan kitaplara çekidüzen vermek pek kolay olmuyor yer darlığından. O yüzden zaman zaman bulamayıp ikincisini edindiğim kitaplar bile olmuştur.
Bu kitabı karıştırırken en arka sayfadaki o gün gözümün önünden geçiyor.O günle birlikte anılar. Sabah kahvaltısı masasını toplarken daldığım düşünceler. Hep böyle güzel miydi Bozcaada Kahvaltıları cümlesi?
Ben,Nejat,Lautreamont ve Özcan Hanım.
O kuytu bahçede kendi özgürlüklerimize ve yeni hayatlara atılacak adımlarımıza kendimiz için bakıyoruz.
Nar parçalayarak tane tane yiyoruz.
Ayağımızın altından kedi geçiyor.Kediler
Yukarıda bulutlar. Hafiften göz kırpan ay ve dalların arasından sızan güz ışıkları.
Akşam üstü soğuğu ile ürperen biz.
Şöyle bir yerleri çizmişim kitabın bir sayfasında:
Çoğu zaman düşünmüşümdür,hangisini bulgulamak daha kolay diye: Okyanusun derinliğini mi yoksa derinliğini mi insan yüreğinin?Çoğu kez,direklerin arasında,düzensiz bir biçimde sallanırken ay,ben,elim alnımda,peşine düştüğüm amaçtan başka her şeyi dışlamış,bu zor sorunu çözmeye çalışırken yakalarım kendimi!
Evet hangisi daha derin,ikisinden hangisi daha ulaşılmaz: Okyanus mu? Yoksa İnsan yüreği mi? image
Lautreamont yolculuklarımızın en özellerinden birinde bizimle olmuş meğer. Kırmızı kuru bir kalemle altı çizilmiş cümleleriyle.
Bana kalırsa insan derinliğinin yanında sözü mü olur okyanusun?
Yaşadığımız, gördüğümüz,anımsadığımızın yanında…
İçinde rengarenk bir dünya barındıran okyanus güzel elbette ama insanın derinliği bambaşka.
Ve yine Lautremont :
“Herkes neyse öyle kalsın.”
Mutlu masalarınız olsun daima…İçinden yazarlar geçen anılarınız.