Ada Öyküleri 2- Çember

img_5217

ÇEMBER

“İnsan yaşadığı yere benzer” Edip CANSEVER

Mihalis’in önünde açılan tünelin ucunda ışık vardı ancak ne renk olduğu belli değildi. Tünel’den çıkarken bu rengi biliyor olacaktı ancak henüz yeni girdiği için bu söylediğim aklında bile değildi. Tıpkı anneannesinin anlattığı ve tatlı bir masal olmaktan öte gitmeyen geçmişi gibi…

Anneannesinin eline tutuşturduğu fotoğrafı dikkatle inceliyor. İki genç kızın birbirlerine duyduğu güven dudaklarının kenarlarına takılmış, gülümsüyor. Cebindeki emanet kalbine dokunuyor Mihalis’in… Bu yüzden çok ağır, çok ağrılı… Yarılıyor kalbi… Dalından yere düşmeyen inatçı bir yaz inciri… Göbek bağı anneannesinin mektubu…
Ağır ağır kaldırdığı kolları ile yastığına yaslanıyor Necla, yavaşça saçının iki yanındaki, gevşemiş kemik tarakları düzeltiyor.
– Git bul onu. Bana da haber getir yaşıyor mu? Hayatta mı? Vefa borcum var ona. Biliyorsun.
– Anneanne bunca zaman sonra… Nasıl bulurum. Senin bana gösterdiğin, çok eski bir fotoğraf. Bu insan senin gibi… Doksanın üzerinde. Sonra yaşıyor mu bakalım?
– Olsun. Ölü, diri… Orada kimse kaybolmaz. Sor birine bak göreceksin. Sana hemen anlatacaklar ne olup bittiğini… Bu benim senden ilk ve belki de son isteğim. Eğer bulursan mektubu da mutlaka teslim et.

Düşünüyor Mihalis, öyle ya gideceği yer bir ada. Denize düşse karaya vurur. Küçücük bir adada kim kaybolabilir ki? Uzun bir yolculuk… Geçmişe yapılan her yolculuk gibi…Sancılı…Ya buluta çıkacak ya da anaforda kaybolacak. Atina’dan trenle Alexandroupolis oradan Edirne ve nihayet Çanakkale üzerinden Geyikli iskelesine geliyor Mihalis… Yol boyunca kimsesizlik her yerinde… Tren istasyonları, otobüs garajları… Dünya bir çember, dönüyor ha dönüyor… Seksendört yaşındaki küçücük bir kadının kafasında kurduğu onca yıllık hasretin üst üste binerek büyüttüğü anıların peşinden mavi bir ada’ya doğru gidiyor Mihalis.
Ücrada yer gök mavi…

Uzun yolculuğunun ardından bineceği vapurun yanaştığı iskelede şimdi… Sağa sola savrulan çöpler, uçuşan toz parçaları. İskeleyi bekleyen güvenlik görevlisi, bilet gişesindeki memur ve üç köpek… Sanki hepsi büyük buluşmanın ilk tanıkları… Dönüp duruyorlar etrafta. İskeledeki çay ocağında, taze demlenmiş çay kokusu. Oldum olası sevdiği bir koku bu… Kahvehanenin camından gelecek vapuru gözlüyor. Tozu dumana katan bir rüzgar ona gideceği yerin bir ada olduğunu hatırlatırcasına aralıksız esiyor. Bardağı boş şimdi…
Uzun bir bekleyişten sonra, nihayet biniyor vapura. Her şey sağa sola dönüyor, bata çıka bir yolculuğa dönüşüyor yolculuğu. Aldığı büyük bir dalga ile sarsılan vapurun çalışmayan büfesinden yere dökülen üç beş parça eşya. Melamin çay tabaklarının yere vurduğu an çıkardığı sesleri dinliyor. Karşı tarafta iki köylü birbiriyle konuşuyor. Ağaç gölgesinde oturuyorlar sanki…O kadar rahat hareketleri…Koltuklarda uyumak yasaktır levhasına inat ayaklarını uzatıyor. Alçalıp yükselen vapurun penceresinden bir gökyüzü görünüyor bir de deniz.
Yarım saat sonra ada daha da belirgin… Uzaktan, eski, büyük saplı tahta bir kepçeyi andırdığını düşünüyor. Kenarları, deniz tuzundan beyaz bir şeritle çevrili. Elle rendelenerek yapılmış eski bir kepçe… Girintili, çıkıntılı… Cilasız…
Vapur yanaşıyor iskeleye…Olanca haşmetiyle sağa sola savuran kuzeyli rüzgara inat, üç yolcu koca vapurdan karaya bırakıyor kendini.
İskeledeki tek memura doğru yürüyor.
– Afedersiniz bir soru soracaktım size.Bayan Stella Sauvridis’i tanıyor musunuz?
Bir aralık sabahı, yabancı aksanlı birinin sorusuna şaşkın bakıyor görevli. Biraz şüpheli, biraz ürkek…
– Acaba burada mı biliyor musunuz?
– Evet, evet. Siz kimsiniz?
– Bir arkadaşının torunuyum ben.Ziyaret etmek istiyorum.

Birden kayboluyor görevli. Bir hayalet gibi boş caddeden yukarıya doğru yürüyor Mihalis, sağda solda tek bir hayat belirtisi yok. Kış adanın efendisi…

Daha önce gelmediği bu adada, anneannesinden dinledikleri ile bakıyor etrafa. Küçük bir çocukken anneanne adayı anlattığında, taş sokaklarında koştuğunu hayal eder, beyaz bir uçurtmanın renkli kuyruğu olur, adanın üzerinde dolaşırdı. Uçurtma, onu, tüm arka, yan bahçelere sokar, kadınların elinden üzüm yedirir, keçilerin durduğu bağ evlerinden taze süt içirir, denize ayaklarını değdirir sonra anneannenin yanı başına bırakıverirdi. Bir şeyler değişmiş anlıyor. Gittikçe kararan havaya benzetiyor adanın geçmişini. Kolu, bacağıdır geçmişi insanın. Onsuz adım atmak imkânsız…
Telefonla rezervasyon yaptırdığı oteli bulup yerleşiyor. Küçük otel eski bir evden bozma. Sanki iki ev birleştirilmiş gibi. Altı odalı, yüksek tavanlı… Otelin sahibi gururla anlatıyor: En az yüzelli yıllık diyor. Her şeyi koruduk. Bir pencereleri pinapen yaptık. Ne yaparsın dadam, rüzgâr çok, dayanaksız her şey. İyi oldu. Hem renkli, ağaç gibi, belli olmuyor pek. Marangoz büyük dedesi geçiyor aklından… Kaç evin penceresini yapmıştı acaba? Pencerelerde, kapılarda karşılaşır mı onunla? Karşılaşsa tanır mı?

Çok konuşmak geçmiyor içinden, gülümsüyor kısacık. Sabah kahvaltısını da dinledikten sonra odasına yerleşiyor. O öğlen girdiği yataktan ertesi sabah uyanıp sokağa atıyor kendini… Deliksiz uyku yenilemiş onu,yürüyor… Dar, uzun, paralel, birbirini kesen pek çok sokağa girip çıkıyor.Tuhaf bir his var içinde: Her sokak,kendi içsel yolculuğunda uğramadığı yeni bir sokak. Zakkumlar, sardunyalar, kaktüsler kış renkleri ile içindeki boşluklar… Hala çiçekli begonviller umutları…
Hava inadına buz… İçinden bir çığlık kopuyor: Kimse var mı diye bağırmak istiyor. O kadar boş, o kadar sessiz… Bir kahveye atıyor kendisini. Sıcak çay, iki poğaça… Kahveciyle küçük bir sohbet… Kalbindeki ağrı ile soruyor yine.
Bayan Stella’yı arıyorum. Stella Sauvridis. Tanır mısınız?
Gülüyor kahveci. Ada da herkes birbirini tanırmış. Hele bayan Stella’yı. Tam zamanında gelmişim. Artık bakamıyormuş kendisine. Kilise vakfının yardımıyla İstanbul’da bir bakımevine yerleşecekmiş.
Bugün, yarın yola çıkarmış.
Heyecanlanıyor Mihalis. Geç mi kaldı yoksa? Hemen yetişse… Az sonra, kahvecinin çırağıyla beraber konuşmadan ahşap evler geçiyorlar sokaklarda. Kediler kaçıyor önlerinden… Temiz yüzlü, küçük delikanlı, dikkat kesilmiş, hızlı adımlarla kiliseyi geçiyor, Mihalis peşinden… Dik yokuşa vuruyor adımları, onun da… Sonra geniş bir caddeye çıkıyorlar. Sağlı sollu evler geçiyorlar. Bir nar ağacı, bir incir ağacı geçiyorlar. Demir aksamlı, Fransız balkonlu bir evin önünde duruyor çırak. Dışı mozaik kaplı… Geniş ve yüksek alt kat pencerelerinin demirlerinin arkasında kırık toprak saksılarda kurumuş çiçekler bakıyor yüzlerine. Kapının hemen üstündeki ince, uzun pencereden yağlı kara zift akmış bir boru sallanıp duruyor, bağlı olduğu teli koptu kopacak… Az sonra uyanacağı rüyanın içine giriyor evin eski pencerelerinden…
Çırak, eliyle işaret ediyor ve aynı anda Mihalis’i kapının önünde bırakıp, koşarak geldiği yöne doğru gidiyor.
Duruyor öylece. Arkasında kalan evden bir perde açılıp kapanıyor sanki dönüp bakıyor, boş bir ev. Penceresi kırık, tavandan sallanan avize düştü düşecek. Anneannenin anlattığı hikayeler geliyor aklına. Bir gürültü yerleşiyor evin bahçesine. Mangalda balıklar, kadehte şaraplar geçiyor aklından. Bir çocuk uzatıyor kafasını pencereden… Küçük bir melek kalbini yokluyor… Oysa tencerede bırakılan kaşıklar, aceleyle satılan bağlar, gece yarısı binilen gemiler, uzaktan el sallanan dostlar, yeni hayatlar, arkada kalanlar. Zihni susmak bilmiyor.
Olanca gücünü toplayıp, kapıyı çalıyor. Uzunca bir zaman sonra açılıyor kapı.
Bayan Stella… Kısacık boylu, yaslandığı bastonuyla bana bakıyor. Siyah eşarbı yana kaymış, eşarbın çevrelediği yüz ancak sert ada rüzgarlarının biçimlendirirken bırakacağı izlerle kaplı. Derin oyuklar var dudak kenarlarında. Kolları eprimiş siyah hırkanın içinden siyah kazağı görünüyor… Eteği kim bilir kaç kez yıkanmış, siyah olmakla beraber sanki başka bir renk. Siyah çorapları kaymış hafiften… İki oyuk kıpırdıyor birden. Yüzündeki diğer çizgilerden farksız iki çizgiden oluşan dudakları kıpırdıyor. Gözleri kısık, kaşları çatık “kimsin” diyor. Ürkek, biraz da meraklı şimdi… Görmekten çok duymaya çalışıyor sanki.
Madam diyor, biraz da bağırarak. Size haber getirdim. Atina’dan
… Necla’nın torunuyum ben. Mihalis…
Hiçbir şey söylemeden bakıyor Stella. Yüzünden hiçbir duygu geçmiyor, geçse de okunacak gibi değil. Çizgilerin arasında sıkışıp kalmış kaşları oynuyor neden sonra. İçeri girmesi için bastonunu ile işaret ediyor. Arkasından kapanan kapı, önünde açılacak yolun da kapısı…

Kimsesizliğin sindiği yerde kokusu kalır.Eprimiş perdeleri, odanın küçüklüğü ile örtüşen yeşil kadifesi solmuş, yer yer yırtılmış küçük koltuk takımı ve konsolun üzerinde duran bir televizyondan başka bir eşyanın olmadığı oda da en belirgin olan bu koku.Oda’ya açılan kırma kapı daha da küçük bir oda’yı gösteriyor.Tam ortada yuvarlak bir masa, etrafında dört tonet ve içinde beyaz plastik sümbüller duran cam bir vazo…İçinin odaları Stella’nın…Hiç kurulmadan kalmış bir saatin akrebi ve yelkovanı.Daralıyor birden. Kendini sokağa atmak istiyor. Koşmak, kurtulmak istiyor, kendinden, geçmişinden…
Hemen mektubunu verip, üzerindeki selamı bırakıp ayrılmak istiyor oradan. Gençliğini ezbere bildiği kadının, kırık dökük hali dokunuyor…
Derken küçük adımlarla bastonuna dayanıp kalkıyor Stella. Üzerinde küçük televizyonun durduğu konsolun, marküteri işli ahşap kapağını açıp bir kutu çıkarıyor. Pembe lokumlar.
Soruyor bir yandan:
Nasıl Necla?
Hasta diyor. Gelmeyi çok istiyordu, olmadı. Ancak sizden helallik almayı o kadar istedi ki beni gönderdi. Gözleri uzakta bir yere bakıyor. İçinde bir yer.
Bilinmeyen, görülmeyen, karanlık…
Sonra soruyor:
Mihalis nasıl?
Mihalis,ismini taşıdığı dedesi… Şimdi nasıl söylemeli acaba?
Basit bir yalan atmak geçiyor içinden… Ne olur ki?İyi,iyi diyemiyor. Daha doğmadığı bir tarihte, birdenbire ölüp gittiğini, Necla’yı yalnız bıraktığını söylemeli mi?
Öldü, diyor.
Hızlı… Soğuk.
Duruyor Stella. Sanki konuşmaktan çok dinlenmeye ihtiyacı varmış gibi…
Evi yokluyor Mihalis… Konsolun altında gümüş bir tepsinin parlak ayakları görünüyor.Duvarlarda asılı eski ahşap çerçevelerin içinde fotoğraflar.Anneannesinin verdiği fotoğrafın bir kopyası da var aralarında.
Siz diyor, hep burada mı yaşadınız?
Nereye gidecektim diyor Stella.Ben burada doğmuşum,babam burada,dedem burada ölmüş,onun dedesi de…Toprağından başka neresi kabul eder insanı?
Babam diyor, çok genç kaybettik onu. Fırıncıydı. Anlatıyor, anlatırken yüzünde o ilk gençlik fotoğrafının izlerini görüyor Mihalis… Gelip geçiyor sanki… Babasını, onun fırınını, arkadaşlarıyla beraber eğlendikleri harika paskalyaları, isim günlerini, ayazma şenliklerinin izlerini görüyor Mihalis.
Babam ölünce diyor, annem fırıncı oldu, ben de yardımcısı… Anneanneni ta o yıllardan tanırım. Sırdaşımdı…O zamanlar evlerimizi bir dere ayırırdı o karşı tarafta ben bu tarafta. Ama dere dediğime bakma, kolumu uzatsam kapılarını çalacak kadar yakın… Şimdi cadde oldu. Köprüler vardı, yıkıldı… Biz çok iyi arkadaştık, çok severdim Necla’yı…
O da sizi demek istiyor Mihalis. Bir ses sus! Diyor. Durup dinliyor. İçi köpürmüş, üzerine taşıyor… Stella aralıksız anlatıyor.
O günlerde, meyhanede her gün kavga çıkıyor, komşularımız değişiyor, yeni insanlar taşınıyor hiç durmadan. Sanki başka bir ada… Hır gür, dedikodu… Daha kötü günler bizi bekliyor diyerek herkes gitmeyi konuşuyor, uzaklara… Bilmediğimiz yerlere… Mihalis’de gitmeye karar verince Necla’yı tutamadı hiçbir şey… Ben de gideceğim diye tutturdu. Dedenle evlenmeleri mümkün değil. Aileler istemiyorlar. Gizlice bizim evde buluşuyorlar. Anneciğim fırında, bir ben varım, bazen ben de yardıma gidiyorum. Onlar biz de… Ayrılmaz oldular birbirlerinden. Öyle büyük aşk…Herkes biliyordu aslında…Ama korkudan kimse konuşamıyordu.
Anneanneden defalarca dinlemiş Mihalis. Biliyor her şeyi. Ama bir başkasından dinlemek sanki yeni bir masal… Koltukta şöyle bir kıpırdanıyor. Stella anlatıyor:
O akşamüstü bana geldi. Mihalis’le beraber ben de gideceğim dedi. Olmaz dedim. Şaşırdım. Çıldırmışsın sen. Nasıl gideceksin. Paran yok. Türksün. Almazlar seni gemiye dedim. İnsanlar gece yarısı tekneyle açıktan geçen yabancı bandıralı gemilere gidiyorlar. Bunlardan bazıları insanları alıyor ve nereye gitmek isterlerse oraya götürüyor. Parası olanı tabi… Param var benim dedi. Bilezikleri var kolunda iki tane, onları gösterdi. Hem Mihalis her şeyi hazır etti,Rumca da biliyorum. Susuyor Stella. Sonra devam ediyor.
O zaman herkes iki dili de çok güzel konuşuyor. Okullar aynı,hocalar hem Türk, hem Rum.Şimdi bir şey eksik dedi Necla,onu da senden istiyorum.
Nüfusunu dedi bana, senin nüfus cüzdanını istiyorum. Çünkü orada Stella yazıyor, ben de sana benimkini bırakacağım. Böylece kimse bilmeyecek Necla Yorulmaz olduğumu. Beni Stella Sauvridis olarak alacaklar kaçak gemisine…
Kalbim duracak sandım. Karışık bir işler çeviriyorduk. Ben o olacaktım, o da ben… Bir gece yarısı kaçıp gidecekti Necla.
O, sizi o kadar çok anlattı ki dedi Mihalis, gelip sizi bulamamaktı en korktuğum. Dedemle zor bir yolculuktan sonra Atina’ya yerleşmişler. Önceleri bir balık işleme fabrikasında çalışan dedem sonra kendi dükkânını açmış. Deniz ürünleri işleyip satmaya başlamış. Bir süre sonra iş büyümüş. Annem doğmuş sonra da dayım. İşte o günlerde dedem hastalanmış ve ne yazık ki madam Stella, kısa bir süre sonra da ölmüş. Anneannem iki çocuğuyla beraber yapayalnız kalmış Atina’da…
Gözleri bir açılıyor, bir kapanıyor. Gözpınarında birikmiş çapağı mendiliyle temizliyor. Gizliden ağlıyor. Ne kadar benzediğini düşünüyor anneannesine, cümle kuruşu,aralarda nefes alıp,sakin sakin anlatması… Sanki onunla konuşuyor.Ne kadar ait buraya anneannesi.Yıllardır hayalini kurduğun bu eve,anlatıp durduğu ve anlattığı gibi duran odaya…
Dinliyor Mihalis.
O geceyi kaç kez hatırladım bu yaşıma kadar. Neredeyse her gün… Karanlık bastıktan sonra, Necla bize geldi. Gündüz annem fırındayken küçük bir bavul yapmış, getirip benim odama bırakmıştı. Çok heyecanlı ama bir o kadar neşeliydi. Sanki bir oyun oynuyorduk. Gençlik işte. O yirmi üç yaşında ben yirmi. Akşam yemeğine geleceğini anneme daha önceden söylemiştim. Birlikte yemeğe oturduk. Eylüldü. Hiç unutmam, kalamar dolması, salata ve erişte yedik. Heyecanı annemin dikkatinden kaçmadı o akşam ve sordu. Necla, ne oluyor kuzum?
Necla, hiç fark ettirmeden, titreyen sesini kısarak, Eleniça Teyze, hiçbir şey dedi.
Hızla yemek yedik ve annemin kahvesinin bitmesini beklemeden benim odama çıktık.
Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Annemin uyumasını beklememiz lazım dedim.
Sana o saatlerin nasıl geçtiğini anlatamam, biz böyle karşılıklı bekleyip durduk. Sonra pencerede bir taş sesi. Baktım Mihalis. Zaman gelmiş. Ben de onları geçirmek istiyorum, çünkü yarın bir kıyamet kopacak zaten.
Sonra sessizce evden çıkışımız, iskeleye kadar inişimiz, o gün kayığa binenlerin şaşkın bakışları altında Necla’nın da kayığa binmesi, herkesin ortak bir sırrı hiç ses çıkarmadan kabul edişi. Bizim hıçkırıklar içinde ellerimizi kavuşturup ayırmamız, Mihalis’e sarılmam, her şey bugün gibi hep gözümün önünde.
Kayık hareket eder etmez koşarak eve geldim. Hiç uyumadım. Sabaha karşı fırında her şeyi göze alarak anneme olanı biteni anlattım. Bu sırrı ikimizin bilmesi gerektiğini de… Zaten az sonra büyük deden fırına geldi. Gözlerinden geçen çelik parlaklığında intikam dolu bakışı, bugün bile büyük korkuyla hatırlıyorum. Annem de bu sırrıma ortak oldu. Bilmiyorduk. Haberimiz yoktu. Gerçekten de bilmiyordum ne olduğunu… Ne bir mektup aldım. Ne bir haber… Büyük dedenden hep kaçtım. Şu küçücük adada her an karşılaşmak mümkün diye evden çıkmadığım zamanlar oldu. Çok geçmeden o da vefat etti zaten. Bir ara Necla’nın annesine anlatayım istedim. Hiç olmazsa nerede olduğunu bilsin diye. Ama bu bir sırdı ve ben arkadaşıma söz vermiştim.
Gelemedi, yazamadı dedi Mihalis…
Korku yolunu kesen bir demir kapı…
Sonra, sonra konuşulmaz oldu adada…Her şeyin üzerine beyaz bir örtü serildi de altında kaldı bütün olan biten. Mihalis’in annesi,babası Gökçeada’ya taşındı.Kimseyle görüşmediler. Bizimle de…Annem çok yoruldu bu sırrı taşımaktan…
İki damla yaş akıyor yine… Yoruluyor sanki, konuşmak mı yoran onu, geçmişin omuzlarına tekrar binen ağırlığı mı? Susuyor. Mihalis başlıyor bu kez:
Anneannem’e orada hep Stella dediler. Gerçek ismini bir tek dedem bildi ve Çocukları büyüyünce onlara kendi hikâyesini anlattı. Sonra bana da. Dedem ölünce işleri yapamadı. İki çocuk, bilmediği bir iş… Dükkânı sattı.Kendine küçük bir lokanta açtı. Çocuklarını bu lokantadan kazandığı parayla büyüttü. Annem ve babam bu lokantayı çalıştırmaya devam ediyorlar. Annem erkenden evlenmiş zaten.Dayım doktor, şimdi Amerika’da yaşıyor.
Madam Stella, diyor Mihalis, Necla sizi çok özledi. Memleketini, adasını, her şeyi çok özledi. Fakat hiçbir zaman gelme cesaretini kendinde bulamadı. Özlemi içinde büyüdü, bize anlattı. Beni size o gönderdi. Bunu mektubu vermemi, sizin bunu okumanızı o kadar istedi ki… Gözünün içine bakıyor Stella… Artık gözyaşını saklayamıyor. Elleri titreyerek alıyor mektubu. O an sanki bir mektuba değil, Necla’nın ellerine sarılıyor. Ürkek,içten… Öylece, mektup elinde, hiç konuşmadan, karşılıklı oturuyorlar, neden sonra, gülümsüyor Stella, gülümsüyor Mihalis. Onu geçmişin yabani bağları arasında bırakıp çıkmak için izin istiyor. Tam o sıra, Stella tekrar konuşuyor:Bizim evin tam karşısındaki eve bak giderken. Anneannenin doğduğu evdir. Şaşırıyor Mihalis. Gidenlerin ardından virane evler kalır geriye. Kilidi yoktur. Sır taşımaz bu evler. Dökülen sıvalarından, yıkılan çatılarında, kırılan pencerelerinden ve tarumar bahçelerinden sökün eder bütün sırlar… Kahkahalar, gözyaşları, su sesi, ocağın ateşi sokaklardan akıp denize karışır… Dalga olup kıyıya vurur ve bu yüzden, bu adada en sessiz zamanlarda dahi, sadece bilenin duyduğu bir uğultu hep vardır.Harabe olan evler değildir sadece,o evleri terk edenlerin anıları da harabedir artık.
Sessizliği bozan Stella oluyor yine. Burayı da ihmal etme olur mu diyor. Şaşırıyor Mihalis. Beni götürecekler bugün, yarın…O ev gibi, bu evde sana emanet artık…
Bir anahtar çıkarıyor, büyük demir bir anahtar, sonra bir ikincisini veriyor.
Bu anahtarlar tünelin kapısını açacak biliyor Mihalis.
Kim yarım kalmış bir hayatın üzerine yeni bir hayat inşa edebilir… Hele de hiç bitmeyen bir özlem varsa içinde… Sonra kendi özlemlerini düşünüyor.
Madam Stella, ile orada ne kadar oturduğunu hatırlamıyor Mihalis. Dışarı çıktığında gün akşama dönmek üzere… Zarfı açıp açmadığından da emin değil. Kapıdan çıkarken karşısındaki eve bakıyor. Yaklaşıyor… Bir perde kapanır gibi oluyor. Ürküyor, bir gizi aralıyor heyecanla… Sanki birisi usulca kapıyı açıp, içeri alıyor onu. Yıkılmış ara katın ahşap tavanından sarkan kırık dökük avizeye bakıyor. Anneannesi koşturuyor telaşla… Karşı duvara yaslanmış kırık ikili koltuğa bakıyor… Stella ile oturuyorlar, bir şeyler konuşup, gülüşüyorlar… Topuklu terliklerin takırtılarını duyuyor ahşap döşemede… Çiçekli yeşil eteğine takılıyor gözü… Midesi bulanıyor aniden, başı dönüyor, sokakta koşarken buluyor kendisini. Otele geliyor sonra.Verandadaki koltuğa bırakıyor bedenini… Denize dalıyor.
Güneş yavaş yavaş batan bir geminin silyon feneri gibi, ağır ağır iniyor denize doğru. Gökyüzü batan gemi için yas örtüsü atıyor üzerine. Gri şifon örtünün altında her şey daha hüzünlü… Bu boz adanın tamamını kaplayan, günışığında anlamsız olan renklerini, adeta, solgun bir yüzün gösteri makyajı gibi süsleyen geniş örtünün filtre ettiği renklere; morlara, fuşyalara, sarılara bakıyor. Hüthüt kuşları eşlik ediyor. Günbatımı ne kadar da cömert gündüzü uğurlarken… Ufka doğru çeviriyor kafasını, denizin üzerinde akşam kalamarcıları… Serpilmiş konfetiler adeta…
Siyah mürekkebin içinden çıkan, beyaz kalamarları topluyorlar. Kötülük de iyiliğin içinden tıpkı böyle çıkıyor. Devinimlerini izliyor. Küçük balıkçı kayıklarının suya direnişini… Aslında bir savaş, yok bir ayin gibi. Birbirlerine ne kadar nazik davranıyorlar. Ahenkli batıp çıkmalar… Ağlar seriliyor daha uzaklarda. Renkleri seçilmiyor ama teknelerin yapısından anlaşılıyor yaptıkları iş. Sabah toplanacak balıkların seslerini duyuyor acı acı… Balıklar da ağlayabiliyor denizden ayrı kalınca duydunuz mu hiç? Toplanıyor börtü böcek. Ağaçlara, çalılara, toprağın bağrına, yuvalarına sokuluyorlar. Karıncalar telaşlı koşuşturuyorlar. Onlar güneşe bakarak mı karar veriyorlar zamanın dolduğuna. Yalnız kalsalar bir memlekette, yeniden bir koloni kurabilirler mi? Ya arılar? Bizden daha çalışkan ve disiplinli bu hayvanlar nasıl anladılar bu büyük bilmeceyi. Yerleşik midir onlar da. Göç ederler mi oradan oraya, Yürüyerek geçen bir bok böceği… Sırtında yükü yok hayret. Bütün gün taşımaktan yorulduğu yükünü nerede bıraktı acaba? Sevdikleri var mıdır onların da. Bırakıp başka memleketlere giderler mi acaba? Bağlar suskun. Budanmış gövdeleri hafif hafif uykuya yatıyor topraktan içtiği suyla doygun. Gençlik onları da kuvvetli ve dik başlı kılıyor mudur? Ya yaşlanınca ne oluyor? Budanacak yeri kalmadı diyerek köklendiklerinde. Odun olup ateşe düştüklerinde… Küle dönüştüklerinde…Zaman karşısında çaresiz kâinatın, hızla başka bir renge dönüşmesini izliyor şimdi… Güneşin batışından sonra, bir süre daha geride kalan pembelere, kızıllıklara bakıyor. Hiçbir iz bırakmadan yok oluyor bütün renkler… Sonra, hızla karanlığa batıyor ada… Görünmez oluyor Mihalis…
Her şey uyku vaktine hazır… Herkes evinde… Oysa bir yabancı bu adada. Gitmekle kalmak arasında…

Gelişinin ikinci günü…Fırtınasız,sakin bir gün bugün…
Gün batımını izlediği veranda da dinleniyor… Adayla arasında bir bağ oluştuğunun da farkına varmaya başlıyor. Sanki gizli bir el ikisinin de elini tutmuş ve onları birbirine yakınlaştırmaya çalışıyor. Denizi düşünüyor. Denize olan tutkusunu… Bugün anneannesine telefon edecek… Madam Stella’yı İstanbul’a yolcu etmek istiyor. Bunu anneannesine söylemekten vazgeçiyor.
Telefondaki sesin sevinci kalıyor aklında… İyileşecek anneannesi seviniyor. Adayı dolaşıyor bütün gün. Kumsallara yürüyor. Bu toprağın çocuğu olduğunu hayal ediyor, bu yüzden olsa gerek denizi ve ondan gelen her türlü zenginliği büyük bir merak ve yeni oyuncaklarını görmüş çocuk coşkunluğu içeren bir sevinçle karşılayışı anlıyor.
Bunun çok sonraları bir alışkanlığa dönüştüğünü, gittikçe bu yenidünyayı keşfetme arzusuyla yanıp tutuştuğumu fark ediyor. Öğrendikçe, aidiyetinin köklerini yeniden düşündürten bir imgeye dönüşüyor deniz.
Bu keşif onu denizin ortasındaki bu kara parçasına getiren asıl neden kadar önemli hayatında biliyor.

Gelişinin üçüncü günü, iki kişi geliyor. Madam Stella’yı bir araba ile kalacağı bakımevine götürmek üzere vapura bindiriyorlar. Onlarla vapura kadar gidiyor. Neredeyse hiç konuşmuyorlar. Sık sık dönüp arkasına bakmaya çalışıyor Madam Stella. Oturduğu arabadan hiçbir şey görünmüyor. Beni yukarı çıkarın diyor. Onu alıp vapurun üst katına adaya bakan tarafa çıkarıyorlar. O küçücük kadın, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. Daha fazla dayanamıyor. Sarılıyor Madam Stella’ya… Dedesi gibi, Necla gibi… Sonra hızla iniyor vapurdan…
Stella’ya sallanan üç beş elden başka kimse yok iskelede… Zaten bu seferin tek yolcusu var. Stella Sauvridis ya da Necla Yorulmaz. Fark eder mi? Vapur kayboluncaya kadar el sallıyor arkasından.
İskeleden meydana doğru yürüyor. Ayakları onu otel yerine Stella Teyze’nin evine götürüyor. Korkarak onun yatağına bırakıyor kendini. Kokuları emiyor içine. Kimsesizliğin kokusunu, yoksulluğun kokusunu, gururun kokusunu ayrı ayrı alıyor. Geçmişin kokusu nasıldır? Aklına bir şey gelmiyor. Madam Stella’nın sesi yankılanıyor kulaklarında, sayıklıyor: Anneannem buralı, dedem buralı, onun dedesi, herkes ama herkes buralı… Nerede yaşamalı? İçinde bir çember dönüyor şimdi… Daha önce Necla’nın, Mihalis’in, Stella’nın ve diğerlerinin içinde dönen bir çember. Tanıyor. Döndükçe hep aynı cevabı veriyor: Burada yaşamalı, burada yaşamalı…

TÜRKAN ÇİM IŞIK

Bu öyküm daha önce, Bozcaada Öyküleri adıyla Yitik Ülke Yayınları tarafından basılan, Kadir Aydemir editörlüğündeki kitapta yayınlanmıştır.

4 thoughts on “Ada Öyküleri 2- Çember

  1. Türkan Hanım bu yaz çınaraltında karşılaştığımızda eşim Gürkan Sakin ilr size kitap yazsanız deyişimi hatırlıyorum da … Yazdığınız her küçük not okuyanı hayal dünyanızda gezintiye çıkarıyor. Bloğunuzu yeni keşfettim. İşimi gücümü burakıp öykünüze bozcaada sokaklarına, acılarına, terketmek zorunda kalanlarına, özlemine ve geri dönme arzusuna daldım. Çok güzel bir öykü. Umarım bir gün bilgisayardan değil de taze basılmış kağıt kokusuyla kitaptan okurum yazdıklarınızı. Sevgiler
    Ayşe Arzu Salin

Yorum bırakın